
Bu tarifte kullandığım hamurdan daha önce sizlere söz etmiştim. Gerçi yapalı fazla olmadı ama evdekiler çok beğenince tarifi değişik şekilde yeniden kullanmak istedim. 28 cm çapında bir kelepçeli kalıp hamura tam geldi. Hatta biraz daha büyük bir kalıba, daha ince olarak döşenebilir bence. Üzerine şeritler yapmak için bir kısmını ayırıp geri kalan hamuru yağlanmış kalıbın tabanı ve kenar yüzeylerine yaydım. Hazırladığım elmalı içi yerleştirip üzerini kalan hamurdan kestiğim şeritlerle kapladım. Yukarıda verdiğim linkteki çöreklerle aynı ısıda ve aynı sürede pişirdim. Biraz kopya çekmek gibi oldu ama neticede bereketli bir tart ortaya çıktı. 8-10 kişiye rahatlıkla ikram edilebilir. Tekrar teşekkürler sevgili Şencan abla...

Not: Görünen kırmızılıklar elmalara ilave ettiğim ahududu marmelatı, bence yakıştı :-)
Bunlar da fındık kremalı minik kekler

Bir de sevgili Angelika'nın blogundan nutellalı muffinleri denedim. Gerçekten lezzetli oldular. Nutella son anda ilave ediliyor ve mermer görünümü oluşturması için fazla karıştırılmadan bırakılıyor. Muffin kalıplarını tatlı keklerden ziyade mısır ekmeği ve diğer tuzlu hamur işleri için kullanıyorum. Ama Angelika'nın blogunda gördüğüm kekleri çok beğendiğim için denemeye karar verdim. Yapılışı oldukça kolay, içindeki tereyağı aynı miktarda sıvı yağla değiştirilebilir ama ben ilk yapışım olduğu için tarifi birebir uyguladım. Bir de son günlerde yaptığım turunç ve bergamot reçellerinden kalan bol miktarda rendeden biraz ilave ettim.
- 140 gr tereyağ (oda sıcaklığında)
- 115 gr pudra şekeri
- 3 yumurta
- 1 paket vanilya
- 200 gr un (elenmiş)
- 2 çay kaşığı kabartma tozu
- 1 tutam tuz
- 3-4 çorba kaşığı nutella (veya tercih ettiğiniz başka bir marka fındık kreması)

Fırınınızı 180 dereceye getirip muffin kalıplarınızı yağlayarak işe başlayın. Eğer varsa kekler için kullanılan kağıt altlıkları kalıbınıza yerleştirebilirsiniz. Oda sıcaklığındaki tereyağı, vanilya ve pudra şekeri ile krema kıvamı alana kadar karıştırın. Ben çırpma teli kullandım ama mikserle de çırpabilirsiniz. Yumurtaları birer birer ekleyin ve biri hamura iyice karışmadan diğerini kırmayın. Unu kabartma tozu ile birlikte elerseniz işiniz kolaylaşır; tamamını bir seferde karıştırma kabına koyun, bir tutam tuzu ilave edin ve kaşıkla yavaşça, sadece unu karışıma yedirinceye kadar karıştırın. Mikser kullanmayın, fazla karıştırmak kekin sert olmasına yol açacaktır. Yukarıda önerilen miktarda nutellayı ekleyip bir kaç kez hafifçe karıştırıp mermer görünümünü elde edin ve hamuru kalıplara paylaştırın. Önceden ısıttığınız fırınınızda 20-25 dakika pişirin. Pişen keklerinizi kalıptan çıkarıp tel ızgara üzerinde soğumaya bırakın. Angelika ,
üzerlerine pudra şekeri serpip servis yapmış ama ben telaştan unuttum. Yine de fındık kremasının lezzeti fazlasıyla yeterliydi:-) Afiyet olsun.

Patlıcan yemeklerini çok severim. Allahtan akdeniz havzasında yaşıyoruz ve çeşit çeşit sebze ve meyveye ulaşma imkanımız var. Yıllar önce tanıdığım bir isveç'li arkadaşa patlıcandan sözetmiş ve tadı bir yana, görünümünün neye benzediğini dahi bilmediğini duyunca çok şaşırmıştım. İnsan böyle bir lezzetten mahrum nasıl yaşayabilir? Tabii bu benim naçizane fikrim, zira patlıcan yemeden yaşayanların başında sevgili babacığım geliyor. Kendisi bamya ve patlıcanı kati surette yemez. Neler kaçırdığını kendisine defalarca hatırlatmam bu durumu değiştiremedi :-)
Burada bu tarz dolmayı daha ziyade fırında pişiriyorlar. Ocak üzerinde pişirilenden daha lezzetli olduğu su götürmez ama daha ağır olduğu da bir gerçek. Ben de zaman zaman kalori kaygılarımı bir tarafa bırakıp fırında pişiriyorum. Geçenlerde gittiğim, sadece organik olarak yetiştirilmiş sebze ve meyveler satan bir pazar yerinde ufak bostan patlıcanları görünce dayanamayıp aldım ve eşim de çok istediği için fırında pişirmeye karar verdim. Tembellik ettiğim zamanlarda içi çiğden hazırlıyorum, diğer usulle aralarında çok büyük bir lezzet farkı da göremiyorum. Eğer arzu ederseniz pişirerek de hazırlayabilirsiniz.

3-4 kişi için:
- 8 adet ufak boy bostan patlıcanı
- her biri için 1-2 çorba kaşığı dolmalık pirinç
- 2 orta boy soğan
- 1 orta boy domates
- 1 çorba kaşığı çamfıstığı
- 1 çorba kaşığı şeker
- 1 çorba kaşığı kuş üzümü
- yarımşar demet nane-maydanoz ve istenirse dereotu
- 1/2 su bardağı zeytinyağı
- tuz, karabiber, kırmızı pul biber
- 1 diş sarımsak (isteğe bağlı)
Patlıcanları alacalı soyup içlerini oyun, tuzla ovduktan sonra süzgeçte süzülmeye bırakın. Bu arada küp küp doğranmış domatesleri, çentilmiş soğanları ve pirinci kalan malzemelerle karıştırın. İnce doğranmış yeşillikleri ilave edin. Şeker tadının da tuz kadar hissedilmesine özen gösterin. Patlıcan acımsı tadından dolayı birazcık daha fazla şekeri kaldırıyor. Patlıcanların iç kısımlarını kavurup sarımsaklı yoğurtla servis edebilir veya ufak ufak keserek içe ilave edebilirsiniz.

Fırınınızı 220 dereceye getirin. En az yarım saat bekletip acısını aldığınız patlıcanları sudan geçirip hafifçe kurulayın ve sıkıştırmadan doldurun. Benim iç biraz arttığı için, bir tane de kuru soğan doldurdum. Dolmaları kapaklı ve derince bir fırın kabına dizin. Parlak görünmeleri için üzerlerine biraz zeytinyağı gezdirebilirsiniz. Borcamın oval güveç kabı bu yemek için ideal. Dolmaların aralarına irice doğradığınız 1-2 patates serpiştirin. Bu patates parçaları hem dik durmalarına yardım ediyor hem de pişen yemekle birlikte çok güzel bir garnitür olarak servis edilebiliyor. Fırın kabınıza 1 bardak su ekleyip kapağını kapatın ve fırına verin. Sebzeler de su salacaklarından bu miktar yeterli olacaktır. 1 saat kadar sonra ısıyı 180 dereceye düşürüp 30dk kadar daha fırında tutun. Son 15-20 dakikada kabınızın kapağını açarak, eğer fazla suyu varsa uçmasını ve dolmaların kızarmalarını sağlayabilirsiniz. Sıcak veya ılık servis yapın. Yeşil salatayı unutmayın :-) Afiyet olsun.

Sevgili Zinnur beni aşağıdaki mim için sobelemiş, her soruya dört yanıt verilmesi gerekiyor. Bakalım dört dörtlük yanıtlayabilecek miyim? :-)
4. İzlediğim 4 televizyon programı:
5. Tatil için gittiğim 4 yer:
Ankara'ya her yıl gidiyoruz tabii ama onun haricinde sürekli gittiğim bir yer yok. Eğer gitmiş olduğum dört yeri yazmam gerekirse:
6. En sevdiğim 4 yemek-yiyecek:
7. Hemen şimdi olmak istediğim 4 yer:
Sobelediğim 4 blogcu:
- Yaptığım 4 iş:
- Üniversite yıllarında Ankara Devlet Opera-Balesi'nin temsillerinde figüranlık
(ilk mutfak robotumu buradan kazandığım parayla almıştım...) - Bolu'da lise öğretmenliği
- TRT'de 5 yıl farklı birimlerde
- Eşimin eczanesinde yardımcılık (halen)
- Kuzeyde Bir Yer (Northern Exposure), bütün zamanların en sevdiğim dizisi
- Leon
- Woody Allen'ın tüm filmleri
- Party (Peter Sellers burada muhteşem)
- Ankara
- Bolu
- Atina
- (kalbim Ankara'da)
4. İzlediğim 4 televizyon programı:
- Türk televizyonlarını izleme imkanım var ama genelde tv den uzak duran bir insan olduğum için sürekli takip ettiğim bir program yok
- Moda olan diziler ne yazık ki beni hiç ilgilendirmiyor (Yabancı Damat'ın yanısıra Asmalı Konak da Yunanistan'da yayınlanıyor, biliyor muydunuz?
- Eğer izleyecek olursam sadece haberleri ve belgeselleri izliyorum
- Oscar töreni ve eurovisionu her yıl izlerim (çok mu klasik oldu?)
5. Tatil için gittiğim 4 yer:
Ankara'ya her yıl gidiyoruz tabii ama onun haricinde sürekli gittiğim bir yer yok. Eğer gitmiş olduğum dört yeri yazmam gerekirse:
- Olympos-Çıralı-Kaş ve Ölüdeniz (en güzeldi)
- Malaga-İspanya (güzel değildi)
- Salzburg-Avusturya (çok güzeldi)
- Selanik ve batı trakya (çok çok güzeldi)
6. En sevdiğim 4 yemek-yiyecek:
- Patlıcanın her türlüsü
- Pilavın her türlüsü
- İçli köfte ve lahmacun-şalgam ikilisi
- Her türlü yeşil sebze ve ot salataları
7. Hemen şimdi olmak istediğim 4 yer:
- Hayatımdan memnunum ama şimdiki düzenimle Ankara'da yaşıyor olmak isterdim.
Sobelediğim 4 blogcu:
- Fethiye-Yogurtland
- Candan-Onebenbirşey
- Zeynep-Yemek ve Biz
- Hanife-Hanife'den tarifler


"İki resim arasındaki 7 farkı bulun" cümlesi eskiden bulmaca eklerinin çok popüler bir parçasıydı. Bugün sabah mutfak penceremden görülen manzarayı; önceden çekip saklamış olduğum bir başka fotoğrafla kıyaslayınca, aklıma gelen ilk cümle de bu oldu. Gördüğünüz toz zerrecikleri dün geceki müthiş fırtınanın sahra çölünden buralara taşıdığı kum taneleri. Kuvvetli güney rüzgarı her yıl bu kumları atmosfere, dolayısıyla sokaklara, arabaların üzerlerine, balkonlara ve açıkta olan herşeye serpiyor. Oluşan sarı renkli toz tabakası, ortalığı kirlettiği yetmiyormuş gibi nefes almayı ve dışarıda bulunmayı da külfet haline getiriyor.

Sabah dışarıda yapmamız gereken işleri bitirmek umuduyla erkenden kalktık. Pancurları açınca hevesimiz kursağımızda kaldı, pencereleri evi havalandırmak için bile açmadım. Balkonda devrilen saksıları (parmaklığa bağlı oldukları halde) ve evin giriş kapısını dahi kaplayan sarı toz tabakasını görünce iyice keyfim kaçtı. Aşağıdak fotoğrafta gördüğünüz gibi, güneş ışıkları dahi bu toz tabakasını delemiyor.

Ağzımızdan nefes almamaya çalışarak arabamıza bindik ve en acil olan işlerimizi bitirmeye çalıştık. Bu her yıl tekrarlanan bir olay ama ben hala alışamadım. Tahmin edeceğiniz üzere burada solunum yolu rahatsızlıkları, allerji ve astım çok rastlanılan hastalıklar. Zaten ben de buraya geldikten sonra nefes açıcı spray kullanmaya başladım. Ankara'nın meşhur dumanlı havası bile beni hasta edememişti:-) Şimdi kuvvetli bir yağmurun atmosferi temizlemesini beklemekten başka yapabileceğimiz birşey yok. Güneşiniz eksik olmasın...


Gnocchi (niyoki), italyan mutfağının pizza ve makarnadan sonra en çok tanınan yemeği. Ana malzemesi patates ama ıspanak, lor peyniri veya renk vermesi için değişik haşlanmış sebzeler de hamura katılabiliyor. Eğer doğru tipte patates kullanırsanız yapımı çok kolay ve tarif her seferinde başarılı oluyor. Gerçi şekillendirmesi biraz zahmetli ama sadece kare kesilmiş parçalar halinde de servis edilebilir. İtalyanlar gnocchi'yi şekillendirmek için boyuna çizgileri olan özel tahta parçaları kullanıyorlar ama bir yemek çatalının tersi de aynı isi görüyor. En önemli nokta "eski patates" veya "haşlamalık patates" dediğimiz; yüksek oranda nişasta içeren türde patates kullanmak. Taze patatesle hiç denemeyin, hamur kolayca sünüp lastik gibi oluyor. Bir başka önemli nokta da haşladığınız patatesleri mümkün olduğunca az hareket yardımıyla püre haline getirmek. Mutfak robotu veya rende kullanmak, yine patatesin içindeki enzimleri harekete geçirdiği için hamurun bozunmasına yol açıyor. En iyi araç patates presi ve tek bir hareketle istediğiniz sonucu alıyorsunuz. Presi olmayanlar için en güvenli yol çatalla yavaşça, çırpmadan ezerek püre haline getirmek. Bazı tariflerde patatesin içindeki su oranını en aza indirebilmek için buharda veya fırında pişirilmesi tavsiye ediliyor ama eğer doğru patatesi bulursanız bunlara hiç gerek yok. Bir kaç değişik yemek kitabından deneyip de başarılı olamadığım bu yemeği nihayet Ankara'ya son gelişimde Alice kanalında rastladığım bir tarifle denedim ve şeytanın bacağını (şimdilik) kırdım. Sırada ıspanak ve peynirli denemeler var...
- 400 gr haşlanmış ve ezilmiş patates (4 orta boy)
- 1 yumurta
- 100 gr un (1 su bardağından 1 parmak az)
- 1 çay kaşığı tuz
- taze çekilmiş karabiber


Unlanmış zeminde şeritleri 1-2cm boyutlarında karelere kesin. Bir yemek çatalının tersine, kesik yeri alta gelecek şekilde hafifçe bastırıp, parmağınızı hamurdan ayırmadan aşağıya doğru çekerek yuvarlayın. Bu işlem zaman aldığı ve yapılması el alışkanlığı gerektirdiği için kestiğiniz kare parçaları öylece bırakabilir veya yuvarlayıp minik toplar oluşturabilirsiniz. Geleneksel gnocchi şeklinde olmak zorunda değiller.


Hazırladığınız gnocchileri tezgahın bir köşesinde ya da hafifçe unlanmış bir fırın tepsisinde bekletin. Eğer hepsini kullanmak istemiyorsanız tek sıra halinde dizilmiş halleriyle dondurup kapaklı bir kaba ya da buzdolabı poşetlerine transfer edip dondurucuda saklayabilirsiniz. Veya sabahtan hazırlayacınız gnocchileri streç filmle örtüp pişirme vaktine kadar buzdolabında bekletebilirsiniz. Nemli ortamda kalırlarsa yumuşuyorlar bu yüzden mümkün olduğunca bekletmeden tüketmenizi öneririm.


Balık haricindeki deniz ürünleriyle olan tanışıklığım buraya geldikten sonra oluştu. Eskiden ne güzel çipuramızı, uskumrumuzu, hamsimizi değişik şekillerde pişirir yanında yeşil salatamızla afiyetle yerdik. Ankara'ya zaten çok farklı deniz ürünleri gelmezdi, gelenler de herhalde meraklısı tarafından kısa sürede kapışılırdı. Artık çok değişik ürünler hem dondurulmuş hem de taze olarak bulunabiliyor. Eskiden gelen alışkanlıktan olsa gerek; biraz da burnum bu canlıların taşıdığı deniz kokusuna aşina olmadığından, bu deniz ürünlerini bir türlü sevemedim. Evlenince de "insanın sevmediği ot burnunun dibinde biter misali" tam da deniz ürünleri cennetine düştüm. Herkesin bayılarak yediği envai çeşit kabuklu canlılar ve kafadan bacaklılar ailesinin uzun kollu üyeleri ne yazık ki bana Cousteau'nun belgesellerini hatırlatmaktan öteye gidemiyorlar.
İlk zamanlar, evde veya dışarıda önüme gelen her tabağı deniz ürünleri yemediğim gerekçesiyle geri çevirdiğimde "nasıl yani, balık da mı yemiyorsun?" türü sorulara maruz kalıyordum. Neyseki artık alıştılar, işin garibi ben de pişirmeye alıştım ama kesinlikle yiyemiyorum. Yiyenler çok memnun kaldıkları için tarifini buraya yazmaya karar verdim. Ben yapamadım ama belki siz deniz ürünleri konusunda kendinize bir şans verirsiniz.
Küçük boy kalamarlarla daha güzel ve derli toplu oluyor ama büyükleri de daha az sayıda hazırlayıp, dilimleyerek ikram etmek mümkün.
2-3 kişi için:
- 6 küçük veya 2 büyük kalamar
- dolmalık pirinç
- 1 orta boy kuru soğan
- 1 orta boy domates
- 1 çorba kaşığı dolmalık fıstık
- yarım demet dereotu
- 1/4 su bardağı zeytinyağı
- tuz, biber


Eğer kalamarlarınız küçükse, her biri için bir çorba kaşığı pirinç yeterli olacaktır. Büyükler için iki çorba kaşığı kullanın. Kalamar da diğer deniz ürünleri gibi tuzlu bir yapıya sahip olduğundan yemeğinize baştan tuz koymayın. Pişme süresinin sonuna doğru suyun tadına bakıp gerekirse ilave edebilirsiniz. Başlangıçta koyacağınız tuz kalamarların sertleşmelerine de neden olacaktır.
Pirincinizi çukur bir kaba alın, ince çentilmiş soğan ve tavla zarı büyüklüğünde doğranmış domatesleri ilave edin. Karabiber, dolmalık fıstık ve zeytinyağını koyup karıştırın. İnce doğradığınız dereotlarını da unutmayın. Kalamarlarınızı bu içle doldurun. Pişerken pirinç genleşeceği ve kalamarlar da aksine ufalacağı için fazla sıkıştırmamaya dikkat edin. Pirincin taşmaması için kalamarın baş kısmını deliğin ucuna yerleştirin, içine bir bardak su koyduğunuz tencereye dizin. Kaynadıktan hemen sonra ateşi yavaşa getirip 35-40 dakika kadar kaynatın. Pirinç miktarı az olduğu için yemeğiniz fazla su çekmeyecek, domates ve soğanların özsuyu, sıvı miktarını dengeleyecektir. Yine de yemeğin tuzunu test ederken eğer gerekliyse kaynamiş su da ilave edebilirsiniz. Kalamarlar yumuşadıktan sonra ateşte fazla bekletmeyin, tekrar sertleşip lastik gibi olmasınlar. Ilıkken servis yapmanızı tavsiye ederim, afiyet olsun.


Geçen hafta uzun zamandan sonra tek başıma şehir merkezine gittim. Niyetim hem hava almak hem de ucuzluğun vitrinlere ne kadar yansıdığını görmekti. Pek çok mağazanın bulunduğu Ermou caddesi, alışverişin kalbinin attığı yer. Kaldırım taşı döşeli ve trafiğe kapalı olan caddede giyim eşyaları, kozmetik, ayakkabı ve spor mağazalarının yanısıra; işlek saatlerde salepçi, laternacı, pamuk şekerci ve yere serdiği muşambanın üzerinde envai çeşit ıvır zıvır satan seyyar satıcıları görebilirsiniz. Tabii müzisyenleri de unutmayalım. Size tanıdık mı geldi? Bana da öyle geliyor, hele önünden geçtiğim vitrinde "indirim" yazısını görünce kendimi iyice Kızılay'da zannettim. Bu bir anlık mutluluk bile çok iyi geldi. Bunca benzerlik arasında, burada göremediğim tek şey tavşana niyet çektiren amcalar; belki onlardan da vardır ama ben rastlamamışımdır.
Görüp de mutlu olduğum bir başka manzara da yunanlı bir işletmecinin isim hakkını kullanarak açtığı Güllüoğlu mağazalar zinciri. Eğer yanılmıyorsam ürünleri haftada iki veya üç kez uçakla İstanbul'dan getiriyorlar. Her çeşit baklavanın yanısıra su böreği ve yufka da bulunuyor. Ne yazık ki fiyatlar Türkiye'dekine oranla çok yüksek. Yarım kilo (3 adet) yufkanın fiyatı 4 euro, baklavanın da kilosu 14-19 euro arasında değişiyor. Ben Türkiyedeki fiyatları bildiğimden buradakileri abartılı buluyorum. Sadece zaman zaman nefis köreltmek için az miktarda baklava aldığım oluyor. Zira yunanistan'da yapılan baklavalar tıpkı lokum ve şerbetli tatlılarda olduğu gibi bizimkinden çok ama çok daha şekerli. Üstelik bu şeker fazlalığının "anadolu usulü" imalattan ileri geldiğini savunuyorlar. Belki zamanla gerçek türk baklavası yiye yiye bizim bu kadar şekerli yapmadığımızı anlarlar. Ayrıca baklavada ceviz yerine bademi tercih ediyorlar ve çok miktarda tarçın ve karanfil kullanıyorlar. Bizde evlerde yapılan veya mağazalarda satılan baklavalar bunların yanında çok "hafif" kabul edilmeli.

Zaman zaman gidip alışveriş yaptığım bir başka mağaza da Sakız adasındaki damla sakızı üreticileri kooperatifinin satış yeri. Biz güzelim sakız ağaçlarını söküp atarken yunanlılar onları korumaya almışlar ve dünyanın her tarafına satış yapıyorlar. Üstelik bu ağaçların dünyada sadece ve sadece sakız adasında yetiştiğini her fırsatta dile getiriyorlar. Bunu her duyuşumda adanın karşı kıyısında, bizim topraklarımızda da yetiştiğini insanlara anlatıyorum ama ne fayda?
Bu ürün onların tescilli markası konumuna gelmiş durumda. Ayrıca Atina havaalanında da satış mağazaları var ve tüm turistler, ülkeden yukarıda yazdığım kanıya kapılmış olarak ayrılıyorlar. Haklarını teslim etmek gerek, mağazada çok güzel ürünler var. Sakız likörü, sakızlı sabunlar, diş macunları hatta kremler, toz veya bütün halde damla sakızı; ayrıca Sakız, Kos ve Midilli adalarında geleneksel yöntemlerle hazırlanan çeşit çeşit reçel, marmelat, şurup, ev yapımı makarna, marine edilmiş sakız aromalı peynirler ve değişik sebzeler; ayrıca benim favorim olan zeytinyağında marine edilmiş, damla sakızı ilaveli közlenmiş sarımsaklar... Bu sonuncusu müthiş bir lezzet. Bir tencere yemeğe 2-3 diş atmanız yeterli, özellikle kırmızı et ve mantar yemeklerine çok güzel tütsü tadı ve hafif bir sarımsak aroması veriyor. Bu arada medar-ı iftiharımız Türk lokumu da Hacı Bekir markasıyla satışta.

Güzel bir pazarlama tekniği kullanarak eski siyah beyaz fotoğraflarla bezeli teneke kutular üretmişler. Bu hem nostaljik bir etki yaratıyor hem de mağazanın ürünlerini hediye paketi yaptırmak isteyenler bu kutuları tercih ediyor. Ha, unutmadan mağazada bir de filtre kahve makineleri için damla sakızı aromalı kahve satılıyor ama sanılanın aksine (benim fikrim), bu ikisi hiç de uyumlu değiller.



Eve dönmeden bir de kitapçıya uğradım. Şehirdeki en büyük kitabevi 7 katlı devasa mağazasıyla Eleftheroudakis. Her kat farklı konularda kitaplara ayrılmış ve yemek kitapları koleksiyonu da hayli zengin. Son yıllarda Türk-Yunan yazarların ortak yazdığı kitapları ya da türkçeden yunancaya çevrilen özgün yapıtları bulmak mümkün. Birde kökleri anadoluya dayanan veya dayanmayan yunanlı yazarların hazırladığı "istanbul usulü" yemek tariflerinin olduğu kitaplar var ki; başlı başına bir kütüphane oluşturabilirler. Her birini bakıp karıştırmış veya bir tarif denemiş değilim ama göz gezdirdiğim kadarıyla benzerliklerin yanında çok bariz "usül" farklılıkları da var. Aşağıdaki fotoğraf Türkiye'de yanlış hatırlamıyorsam İş bankası yayınevinden çıkan "Türkiye ve Yunanistan aynı masada" adlı kitabın kapağı. Burada oldukça popüler...


Sağdaki fotoğraf, bahsettiğim kitabevinin de bulunduğu Akademi caddesi. Şehrin en eski üniversite binalarından bazıları ve ulusal kütüphane bu caddede bulunuyor. Fotoğrafları aşağıda:


Metro kazıları sırasında elde edilen tarihi eserlerin bir kısmı istasyonlarda sergileniyor. Hatta açığa çıkan bazı tarihi yapı duvarları olduğu gibi bırakılmış ve kalın camlarla korunuyor. Artık o fotoğraflar da başka sefere.

Şehirde bir gün böyle geçti, alışveriş terapisinden epey ucuz kurtuldum sayılır. Fırın tepsilerine koymak üzere iki silikon altlık ve buzdolabına yapıştırdığım iki mıknatıslı kedi figürü haricinde bir de çanta aldım kendime. Hiç de fena sayılmaz :-)


Konu hazır çöreklerden açılmışken dağarcığımdaki ikinci tarifi de vereyim dedim. Yine eski bir tarif ama merak etmeyin, papirüslerden alınma değil:-) Eskiden seyrek yapılırdı ama şimdi hamurunu ekmek makinesinde hazırladığım için çok kolay gözükmeye başladı. Tabii bu çok tehlikeli bir durum, çünkü her ne kadar az yağ ile hazırlanan bir tarif olsa da aradaki kalori açığını tahin-pekmez ikilisi kapatıyor. Uzun süre bayatlamadığı için azar azar dilimleyip yiyerek kendimi kandırabilirim tabii...ne yazık ki eşim bu konularda ( yani kendimi kandırmama) hiç yardımcı olmuyor. Kendileri çelik gibi iradeli olduklarından yalvarıp yakarsanız bile ikinci bir dilimi yemezler. Bense hiç öyle ısrar gerektirmeden kendi kendime yer sonra da hayıflanırım.
Atina'ya geldikten sonra yeme alışkanlıklarımda mecburi değişimler oldu. Bizdeki genel alışkanlığın aksine burada ana öğün öğlen yemeği. Pek çok işyeri öğlen saat 14.00'de kapandığı için öğlen yemeğini işyerinde geçiştirmek yerine evlerinde yiyorlar. Haliyle de bu öğün daha zengin sofraların kurulup, ağır yemeklerin yendiği , bizim akşam yemeği sofralarına benziyor. Eh, ana öğün yemiş olmanın verdiği rehavetle de çoğunluk öğlen uykusuna yatıyor tabii. Saat 5 veya 6'dan sonra markete giderseniz uyku mahmurluğunu henüz atamamış, eşofmanları içerisinde, yüzünde hala yastık izi taşıyan insanlar görebilirsiniz. Tabii resmi işyerleri kapalı ama mağazaların çoğunluğu akşam üzeri tekrar açılıyor ve ikinci çalışma faslı başlıyor. Bu fasıl da saat 8.30 civarı bittiğinden; eve gelince tekrar sıcak bir yemek yemek için vakit geç oluyor. Pek çok insan gibi bizde akşam yemeği faslını biraz meyve ve yoğurt, belki de bir tosta indirgemiş durumdayız. Ben biyolojik saatimi bu takvime uydurmakta epey zorluk çektim. Eskiden öğlenleri yoğurtla geçirip akşam normal bir öğün yerken hiçbir şikayetim yoktu ama tersini yapmak çok zor geldi. Zaten burada eğer yemeye davetliyseniz saat 22.00'den önce sofraya oturmayı beklemeyin; yok eğer arkadaş grubuyla dışarıda yiyecekseniz 23.00'den önce yemeğe oturmak isteyene deli gözüyle bakıyorlar. Benim zavallı midem bu durumu kaldıramayınca, evden çıkmadan birşeyler atıştırmaya; gittiğim yerde de çok az yiyip dengelemeye başladım.
Haliyle pasta-börek üretimini de, çay veya kahveye eşlik edecek miktarda az tutmaya çalışıyorum. Bu tarifle 10 adet çöreğiniz oluyor ve bu da unlu mamüller üretimini bir süre durdurabilirsiniz demektir.
- 6 su bardağı un
- 1.5 su bardağı ılık süt
- 1 su bardağı şeker
- 1 çay bardağı sıvı yağ
- 1 çay bardağı yoğurt (oda sıcaklığında)
- 1 çorba kaşığı dolusu toz maya
- üzerine sürmek için 1 yumurta ve susam
- yarım kilo tahin
- tahini tatlandıracak kadar pekmez (yaklaşık 250 gr)
- çekilmiş ceviz


Kabaran hamuru tezgaha alıp 10 parçaya ayırın. Her bir parçayı merdane ile inceltip yaklaşık 30cm çapında açın. Yufkanın tüm yüzeyine hazırlamış olduğunuz tahin-pekmez karışımından sürüp ceviz serpin. Ne kadar bol tahin sürülürse o kadar lezzetli (tabii bir o kadar da kalorili) oluyor. Yufkaları rulo yapıp kendi etrafında çevirerek sarın. Uç kısmını altına sıkıştırıp üzerine elinizle bastırarak biraz yassıltın. Bu aşamada merdanenizle biraz açıp genişletebilirsiniz ama tahinin dışarı taşması mümkün, ben zaman zaman bu şekilde hazırlıyorum.


Hazırladığınız çörekleri hafifçe yağlanmış iki fırın tepsisine yerleştirip ikinci kez kabarmaları için bekletin. Üzerlerini ağırlık yapmaması için sadece kağıt havluyla örtmenizi öneririm. Bu arada fırınınızı 190-200 dereceye getirin. Kabaran çöreklere çırpılmış yumurta sürüp susam serptikten sonra fırına koyup 25 dakika kadar pişirin. Kalın olmalarına rağmen içleri iyi pişiyor. Yalnız yumurtanın verdiği koyu renge aldanmayıp altlarının kızarıp kızarmadığını kontrol edin.
Haşhaşlı tarifleri çok sevdiğim için tahin- pekmez yerine şurup karıştırılmış haşhaş ezmesiyle de denediğim oldu ama yukarıda yazdığım haliyle daha lezzetliler. Afiyet olsun.


Elma, tarçın ve ceviz üçlüsünün en güzel hali bence elmalı çörekler. Bu tarif sevgili yengem Şencan ablaya ait. Eskiden onun elinden severek yerdim ama şimdi uzaktayım ve iş başa düştü. Eskiden beri yemek tariflerini topladığım bir ajandam var, 1979 yılına ait. Bu oradaki iki numaralı tarif. Gerçi ben ajandayı kullanmaya daha sonra başladım ama, yine de bu tarifin bendeki geçmişi 20 yıldan fazla. İçindeki margarin miktarını azaltıp, sıvı yağı da biraz artırarak denedim, iyi sonuç verdi. İçindeki elmaları da rendelemek yerine, ince dilimler halinde doğrayarak pişirdim. Malzemelerin dişe gelir olmasından hoşlandığım için cevizi de irice çekerek koydum. Biraz büyükçe kestiğim için 16 adet çıkıyor, dolayısıyla her biri iki çöreğe bedel:-) Daha sabırlı arkadaşlar daha ufak parçalar keserek fazla sayıda çörek hazırlayabilirler.
- 125 gr. tereyağ (oda sıcaklığında)
- 1 çay bardağı sıvı yağ
- 1 çay bardağı yoğurt
- 1 çay bardağı süt
- 1 çay bardağı pudra şekeri
- aldığı kadar un (2.5 su bardağı kadar)
- 1 tatlı kaşığı karbonat (tepeleme olmayacak)
- 1 paket vanilya
- 3 elma (rendelenmiş veya incecik dilimlenmiş)
- 2-3 çorba kaşığı toz şeker
- 1 tatlı kaşığı tarçın
- arzu edilen miktarda çekilmiş ceviz

Diğer tüm malzemeler karıştırma kabında bir araya getirilir ve aldığı kadar unla yumuşakça bir hamur tutulur. Ben ölçerek yapmaya çalıştım ve yaklaşık 2.5 su bardağı un aldı. Hazırlanan hamur üzeri streç filmle kapatılarak buzdolabında 20 dakika dinlendirilir. Daha sonra mutfak tezgahı üzerinde 2 veya 3 parçaya kesilir. Her bir parça merdane ile yarım santim kalınlığında açılır. Yufkanın büyüklüğüne göre 6 veya 8 parçaya bölünür. Geniş taraflarına elmalı içten konarak rulo yapılır.

Hazırlanan rulolar, hafifçe yağlanmış fırın tepsisine ek yerleri altta kalacak şekilde ve ay çöreği gibi hafifçe bükülerek yerleştirilir. Her iki ucu da, elmalı için dışarıya akmaması için hafifçe büzerek kapatabilirsiniz. Önceden ısıtılmış 180 derecedeki fırında 30 dk kadar tutulur. Fırından çıkar çıkmaz üzerlerine pudra şekeri elenir ve tel ızgara üzerinde soğumaya bırakılır. Bu işlem tepside altlarının terlemesini önlüyor. Kapaklı teneke kutuda, oda sıcaklığında 4-5 gün taze kalıyorlar. Çayınız hazır mı?
Afiyet olsun...


Bu tarifi allrecipes.com dan almıştım. Zamanla sandviç hazırlamak için kullandığım tek tarif haline geldi. Oda ısısında 2-3 gün yumuşaklığını koruyor. Kalanları poşetleyip buzlukta saklayabilirsiniz. Bir gün önce buzluktan çıkarıp, buzdolabında çözülmeye bırakırsanız ertesi gün yenmeye hazırlar. Ev yapımı hamburger veya tost ya da piknik sandviçleri hazırlamak için de ideal.
- 4 1/5 kap un ( yaklaşık 750 gr)
- 1 yumurta
- 80 gr. tereyağ veya zeytinyağı
- 1 kap süt (240ml su bardağı ile)
- 1/2 kap su
- 1 tatlı kaşığı şeker
- 1 çay kaşığı tuz
- 1 paket toz hamur mayası (9 gr veya 1 çorba kaşığından biraz fazla)



Rezeneyi salatalarda sıkça kullanıyorum ama fırında hiç pişirmemiştim. Hazır başlamışken, yabancı tariflerde genelde birlikte kullanıldıklarını gördüğüm Endiv ile eşleştirerek salata hazırlamayı düşündüm. Elimdeki malzemenin cinsine göre fırınımı çokça kullandığımı söyleyebilirim. Özellikle mantar, patlıcan, kabak ve dilimlenmiş soğanları birlikte fırınlayarak yaptığım salatayı, ızgarada pişirilmiş etlere çok yakıştırıyorum. Biraz balzamik sirke veya nar ekşisi ve tuz-biber ilavesiyle çok lezzetli ve hafif bir garnitür elde ediliyor.


Rezene, çiğ halde anasonu anımsatan bir tad ve kokuya sahip, çıtır çıtır bir sebze. Piştiğinde ise tadı tamamen değişip adeta karamelize edilmiş şekere dönüşüyor. Çok tatlandığını zannetmeyin, ama büyük bir değişim geçirdiği kesin. Endiv daha ziyade çin marulunu (veya lahanasını) andırıyor, piştiğinde tadının çok değiştiğini söyleyemem ama yeşil yapraklı diğer sebzeler gibi dağılmayıp şeklini çok iyi muhafaza etti.

Her iki sebzeyi de boylamasına dörde bölüp fırçayla zeytinyağı sürdüm, hafifçe yağlanmış tepsiye dizip, üzerlerine tuz ve karabiber serptim. 200C'ye ayarladığım fırında, bir kaç kez karıştırmak kaydıyla yaklaşık 35-40 dakika pişirdim. Eğer yumuşadıkları halde renk almamışlarsa, fırın ısısını sona doğru biraz artırabilirsiniz. Kızaran sebzeleri servis tabağına alıp üzerlerine balzamik sirke ve çok az zeytinyağı damlatın. Kıyılmış maydanoz, veya rezenenin dereotuna benzeyen yeşil yaprakları da süslemek için ideal. Afiyet olsun.
